Bircan Değirmenci
DUHOK – Tarih 15 Nisan 1979… Ağrı’nın kurtuluş günü için düzenlenen etkinlikte sinema salonu tıklım tıklım dolu. Protokolde siyasetçiler ve bürokratlardan oluşan devlet erkanı oturmuş. İzleyici koltuklarında şehrin ileri gelenleri, iş insanları, aşiret mensupları ve kent halkı… Birkaç sanatçı sahneye çıkıp şarkılarını söylüyor.
En son elinde bağlamasıyla Ağrılıların çok sevdiği Nizamettin Ariç geliyor. Önce Türkçe sözlü şarkılarını söylüyor. Her şey olması gerektiği gibi. Sonra izleyici koltuklarından Kürtçe şarkı söylemesi için tezahürat yapılıyor ve Ariç başlıyor hazin bir aşk hikayesini anlatan ‘Ehmedo Ronî’ ağıdını yakmaya. Ariç’in sesi izleyicileri bildikleri hikayenin hüznüne boğarken protokol kısmında bir gerilim yaşanıyor. Şarkının bitiminde alkışlar, ıslıklı tezahüratlar yankılanıyor fakat kolluk güçleri devreye girmekte gecikmiyor: “Ülkenin bölünmez bütünlüğü söz konusudur!” Kulise gelerek Ariç’in ellerine kelepçe takılıyor ve emniyete götürülüyor.
Sonrası, ışıltılı gazino gecelerini, kendisine sunulan konforlu ve görkemli hayatı, peşinden koşan film yapımcılarını, imza almak için yarışan hayranlarını geride bırakarak, filmleri aratmayacak şekilde bir ülkeden kaçış hikayesi ve sürgün günleri…
9-16 Aralık 2023 tarihlerinde düzenlenen Duhok Film Festivali’nde Kürt Sineması kategorisinin jüri başkanı olan, Türkiye’den kaçış hikayesinden ilham alarak çektiği ve oynadığı ilk Kürtçe film “Klamek ji bo Beko” (Beko’nun Şarkısı) festivalde gösterilen Kürt müziğinin duayenlerinden Nizamettin Ariç ile filmin çekim sürecini, Kürtçe müziği ve sinemayı konuştuk.
‘Ehmedo Roni’ şarkısını söylemek gerek hayatınıza gerekse müzikal yaşamınıza yaklaşım açısından bir dönüm noktası olmuş. Ama orayı konuşmadan önce biraz daha eskiye gitmek istiyorum. Çocukluğunuzun geçtiği Ağrı’ya gidelim ve müzikle nasıl tanıştığınızı dinleyelim. Nasıl bir ortamdaydınız? Dengbêjlerin etkisi var mıydı üzerinizde?
Tabii, bizim orada insanlar ister istemez dengbêjlerle büyür. Her ailede iki üç tane dengbêj akraba mutlaka vardır. Dengbêjlik ve dengbêjler yüzyıllardır Kürdistan’da kök salmış, çok önemli sanatsal yapı ve sütunlardan biri, toplumumuzun vazgeçilmez bir parçasıdır.
Ağabeyim Cemalettin Ariç, Ağrı’nın tanınan sanatçılarından biriydi. Amcaoğlum Aslan da yine aynı şekilde. Ağrı’da yapılan bütün etkinliklere katılırlardı, bağlama çalıyorlardı, kentin müzikal ortamını organize eden kişilerdi. Ağabeyim sanatçı olduğu için ister istemez evde devamlı bağlama vardı. Benim merakım onlarla başladı. Bağlamalarının akortlarını boza boza öğrenmeye çalıştım. Sesimin iyi olduğu çok küçük yaşta fark edilmişti. Şehrin maskotu gibiydim, yapılan tüm etkinliklerde ben de vardım. Okulda müzik dersi dışında bile öğretmen şarkı söyletirdi bana. Türkçe söylerdim, Kürtçeyi daha çok evde söylerdim.
‘ERZURUM RADYOSU’NUN ASIL İŞİ DEVLETİN ASİMİLASYON POLİTİKASININ O BÖLGEDE YÜRÜTÜLMESİYDİ’
Bir de Erzurum Radyosu hikayeniz var…
O dönem bölgedeki tek radyoydu Erzurum Radyosu. Bu radyo, Kürdistan coğrafyasındaki şarkıların derlenmesinde, yani Kürtçe şarkıların Türkçeleştirilmesinde çok önemli rol oynamıştır. Asıl işi devletin asimilasyon politikasının o bölgede yürütülmesiydi. Ağabeyim Cemal’i Ağrı’dan dan Erzurum’a götürmüş, sesini kaydetmişlerdi. Ağabeyimin anlattığına göre, bildiği bütün şarkıları söyletmişler. Daha sonra benimle de yaptılar. Beni Erzurum’a götürmediler; onlar Ağrı’ya gelmişti, bir otel odasında sesimi kaydettiler. Bildiğim Türkçe, Kürtçe şarkıların hepsini kaydetmişlerdi. O şarkılar yıllar sonra Türk Halk Müziği olarak bir başka şekilde, tuhaf tuhaf sözlerle karşıma çıktı.
Ne zamana kadar Ağrı’da yaşadınız?
Ailemin ekonomik problemlerinden dolayı ben 12-13 yaşındayken Ankara’ya göç ettik. 4 kardeşiz. Ankara’ya geldiğimde hem sazımı hem müziği geliştirecek yerler aradım. Halkevleri merkezine gittim. O dönem Meclis sınırları içinde bir binaydı. Orada başladım. Bir hafta sonra beni koroya aldılar. Her sene önemli etkinlikler yapan, konserler veren büyük bir koroydu. Çok kısa bir süre sonra da aynı kurumda bağlama dersleri vermeye başladım. Birkaç ay içerisinde Halkevleri müzik korosunun anahtarı bendeydi artık. İstediğim zaman gidip geliyordum. Çok çabuk entegre oldum. Sonra da Ankara Radyosu…
Ankara Radyosu serüveniniz nasıl başladı?
Yeteneğimden dolayı koro yönetmeni bana destek oluyordu. O dönemde Ankara Radyosu benimle ilgilenmiş, koro yönetmeniyle konuşmuşlar. Onlar hep aynı grubun insanları. Konserlerimi takip edip yakından tanımaya başladılar. İlk Ankara Radyosu kaydımı o zaman yaptım. Sonrası peş peşe geldi. Nida Tüfekçi’lerle arkadaş oldum. Akşamları birlikte yemeye içmeye gidiyoruz. Halk oyunları gösterisi yapan, televizyonda sanatçılara eşlik eden Hoy Tur adındaki dernekle ilişkilerim başladı. Aynı dönem TRT televizyoncularıyla tanışıp çalışmalara başladım.
ÜMİT TOKCAN, SELAHATTİN ALPAY, İZZET ALTINMEŞE, İBRAHİM TATLISES…
İlk plağınız ‘Telli Sazım’ o zaman mı çıkmıştı?
Evet, 1979 olması lazım. Göksoy Plak’tan çıktı ve çok ilgi gördü. İlginçti, o dönem televizyon dünyası ile ilişkileri olan çok küçük bir sanatçı grubu vardı. Ümit Tokcan, Selahattin Alpay, İzzet Altınmeşe, Hüsamettin Subaşı sonra İbrahim Tatlıses geldi. Vanlı sanatçı Atakan Çelik de vardı. Deli dolu biriydi, arada bir Kürtçe söylerdi. Ama genel olarak bu arkadaşların ortak noktası oportünist olmalarıydı. Siyasi yüzleri hiç belli değildi. Herkesle oturup kalkarlardı. Sanatçı prensibi, sanatçı görüşü yoktu. Daha çok çıkarlarına göre davranırlardı. Herkesle her türlü ilişkileri vardı.
Böyle bir ortamda kendinizi korumak zor olmadı mı?
Bu bir tercih ve karakter meselesi. Her şey gözünüzün önünde gelişiyor. Bazı şeyler karakterinizi değiştirmiyor, maya diye bir şey var yani. Bu arkadaşlarda bunu görmüyordum. O zamanlar bile bunun tartışmasını yapıyorduk. Mesela TRT’nin haftalık televizyon program akışını yayınlayan bir dergisi vardı. İnsanlar parayla dergiyi alıp bu hafta neler var diye takip ederdi. Orada benimle bir röportaj yapılmıştı. Ben de orada “Doğu türküleri Kürtçe kasetlerden derleniyor” demiştim. Kürtçe şarkıların nasıl Türkçeleştirildiğinin yapılış metodunu anlatmıştım.
‘İBRAHİM TATLISES, ‘SEN BİZİ MAHVETTİN’ DEDİ’
Kıyamet kopmadı mı?
Kopmaz olur mu? Ondan sonra TRT yönetimi karar aldı. Bütün Doğulu sanatçıların televizyona çıkması uzun bir dönem yasaklandı. Birkaç gün sonra Unkapanı’nda İbrahim Tatlıses’le karşılaştık. Yanımda Dr. Ahmet Kartal vardı. Ahmet Kartal ile baba tarafından akrabaydık. İbrahim Tatlıses bana dönüp “Yahu sen bizi mahvettin. Artık televizyona çıkamayacağız. Hem kendini hem bizi mahvettin” dedi. Ben de ona “Madem benim söylediklerimi doğru bulmuyorsun, o zaman çıkıp sen de bir şeyler söyle. Nizamettin Ariç doğru söylemiyor, Türkçe şarkılar Kürtçeden yapılmıyor diyebilirsin” dedim. “Ya nasıl böyle bir şey söylerim?” dedi. “O zaman sesini kes. Yaptığımız işi biliyoruz. Sen de aynısını yaptın, yapıyorsun” dedim. Gösterdiği bu tavır bana çok ilginç gelmişti.
Tatlıses kurşunlanma olayından birkaç hafta önce bana telefonla ulaştı. Ben de stüdyoda Azadî serisinin kayıtlarını yapıyordum. “Ya neredesin, ben kaç seferdir Almanya’ya geliyorum, seni arıyorum” dedi. Ben de “Onca yıldan sonra nereden aklına geldi benime konuşmak” diye sordum.
Aslında hiç temasım olmadı ama her Almanya’ya geldiğinde beni bulmaya çalıştığını müzisyenlerden duyuyordum. “Ben seni unutur muyum, sen adam gibi adamsın” gibi şeyler söylemişti. Ben ise o dünyadan, o oportünist insan ilişkilerinden kopalı çok olmuştu ve bir daha hiçbirini ne görmek ne de konuşmak istiyordum. Bir ara Berlin’e bir Türk organizasyonu için Belkıs Akkale, Selahattin, Alpay, Kamil Sönmez gelmişti. Kamil Sönmez’le ağabey-kardeş gibiydik, gelmeden önce görüşmek istediğini yazmıştı. Onlarla bir iki gün beraber kalmıştık. Seneler sonra bir araya gelmiştik. Hepsindeki ortak algı, “Sen kendini mahvettin. Sen kendini bitirdin” şeklindeydi. Demek öyle, ben Kürtçe üretip, yaşadığım için kendimi bitirdim ha! Bir daha da o çevreyle hiçbir ilişkim olmadı.
‘TÜRKAN ŞORAY, ‘SULTAN’ FİLMİNDE BENİMLE OYNAMAK İSTEMİŞ’
Müzikle paralel olarak sinema geçmişiniz de var. 1980’de, Sinan Çetin’in yönettiği, Nur Sürer ve Fikret Hakan’la oynadığınız “Bir Günün Hikayesi” var mesela.
Filmin adı önce “Sabah”tı. O isim sansürden geçmedi. “Mavi Kamyon” dendi, onu da kabul etmediler. İki yıl sansürde kaldı, 20 dakikası kesildi. O kesilen 20 dakika için Fikret Hakan’la yeniden sahneler çekildi. Ben artık orada yoktum. Müzik ve sinema paralel gelişti. Sinemanın devamlı bana karşı ilgisi vardı. Daha Ankara’dayken Türkan Şoray’ın filmlerini çeken Akın Film görüşme için beni İstanbul’a davet etti. İki tane plağım çıkmıştı, televizyonda çıkıyordum, Türkan Şoray da oradan biliyormuş beni. “Sultan” filminde benimle oynamak istemiş. İlk kez Ankara’dan İstanbul’a otobüsle geliyordum. Yanımda kim oturuyordu biliyor musunuz? Yaman Okay! Onunla orada tanıştım. Genç bir tiyatro oyuncusuydu, oyunculuk için ilişki aramak üzere İstanbul’a geliyordu. Yaman ile dostluğumuz uzun seneler devam etti. Akın Film benimle görüşmesine rağmen olmadı bir şekilde. (Benim yerime sanırım Bulut Aras’la çekildi.) Sonradan Akın Film birçok yerde “Nizamettin Ariç’i ilk biz keşfettik” diye dile getirmişti.
“Bir Günün Hikayesi” dışında Suna Yıldızoğlu ve Erol Taş’la birlikte başrolde oynadığım, senaryosunu Onat Kutlar’ın yazdığı “Kurban Olduğum” filminde yer aldım. O dönem Onat Kutlar benim oynamam için Sabahattin Ali’nin ‘Kuyucaklı Yusuf’ hikayesini senaryolaştırmaya başlamıştı. Sonra Türker İnanoğlu’yla beş tane film çekmek için mukavelem vardı. Hiçbirinde oynayamadım. Çünkü kaçmak zorunda kalmıştım. Ben sinemayı sinema gibi yapmaktan yanaydım. Bildiğiniz gibi o zamanlarda şarkıcı filmleri furyası vardı ve ben o furyayı sevmediğim için mümkün olduğunca o tür filmler yapmaktan kaçındım.
Sizin kafanızda nasıl filmler yapmak vardı?
Sosyal içerikli filmler, insanların problemlerini anlatan, karakter çeşitliliği olan, hayatın içinden gelen, aklı başında diyalogları olan içerikler üretmek istiyordum.
‘YILMAZ GÜNEY HEPİMİZİN İDOLÜYDÜ’
Bir idolünüz var mıydı? Yılmaz Güney’i nasıl buluyordunuz?
Tabii ki Yılmaz Güney kalplerimizde taht kurmuştu, hepimizin idolüydü. Yılmaz Güney, İmralı Cezaevi’ndeyken “Yol” filmi süreci Erden Kıral’la başladı fakat sonradan Şerif Gören’le devam etti. Erden Kıral devamlı İmralı’ya gidip geliyor ve Yılmaz ağabeyin haberlerini bana getiriyordu. Bir gün bana İmralı adasında Yılmaz Güney ve mahkum arkadaşlarına bir moral konseri verme teklifi geldi. Hemen kabul ettim.
Adadaki ortam nasıldı?
Çok değişikti. Açık cezaevi olduğu için günün büyük bir kısmında dışarıda, farklı uğraş ve aktivitelerin yapıldığı ilginç bir ortam kurmuşlardı orada. Bostancılık yapıyorlardı, hatta Yılmaz ağabey bana kendi eliyle yaptığı bir tavlayı hediye etmişti. Güney mahkum arkadaşlarına devamlı seminerler veriyordu. Adanın bir sinema salonu vardı. Orada tutuklu ailelerin de izleyici olarak katıldığı bir topluluğa konser verdim. Ve o sinema salonu yıllar sonra Abdullah Öcalan’ın yargılandığı salon oldu. Bütün gün orada Yılmaz Güney’le “Yol” filmini konuştuk. Önce ismi “Bayram” olarak düşünülmüştü. 12 mahkumun bayram izni için memleketlerine gitmesini anlatıyordu. Onlardan biri olan Bingöllü bir Kürt rolünü canlandırmamı istiyordu. Prensip olarak kabul ettim ama Yılmaz ağabey bana, “Üç ay boyunca sete dahil olacaksın, başka bir iş yapmak yok” demişti. Nasıl yapacağım diye kara kara düşünmeye başladım. Ben o sıralar her gün Taksim Maksim ve Caddebostan Maksim’de yani iki gazinoda birden sahne alıyordum ve sözleşme imzalamıştım. Bir sürü masrafım var, ev döşemişim… Üç ay boyunca sete dahil olmam imkansız gibi görünüyordu. Baktım olacak gibi değil. Rolü kabul edemeyeceğimi söyleyince epeyce tartışmasını yaptık. Yılmaz ağabey bana “Bu bir görevdir, gel, yap” demişti. Ben de “En azından bana izin ver, oynayayım ama burada işim olmadığında tekrar döneyim” demiştim. Uzun tartışmalardan sonra elimde olmayan nedenlerden dolayı mecburen filmde oynamama konusunda karar aldım. Gazinoyla olan sözleşmemden dolayı elim kolum bağlıydı. En çok üzüldüğüm konu ise Yılmaz ağabeye hayır demek zorunda kalmaktı. Sonradan gerçekten bu projede yer alamadığım için çok pişman oldum.
Bir daha yolunuz kesişmedi mi?
Ben ülkeden çıkıp Almanya’ya gittikten sonra o da Paris’e gelmişti. Ortak bir arkadaşımız vardı, kameraman İzzet Akay. Berlin’de hemen her gün beraber olduğum biriydi. İzzet, Paris’e gidip geliyordu. Onun aracılığıyla Yılmaz ağabey bana kendi el yazısıyla yazdığı “Yunan Bıçağı” adında bir senaryo göndermişti. Onun kafasında devamlı benimle bir film yapma düşüncesi vardı. Ne yazık ki bu karşılıklı isteğimiz bir türlü olmadı. Benim o dönemler mülteciliğim kabul olmadığı için Berlin dışına çıkamıyordum. O Paris’teydi. Vefatında bile gidemedim.
O proje öyle kaldı. “Yunan Bıçağı” hikayesi hala bende duruyor. Fatoş’a (Güney) sormuştum, ne yaptınız onu diye. Şaşırmış ve nereden biliyorsun, diye sormuştu. Yılmaz ağabeyin bana gönderdiğini ve benimle çekmek istediğini söylemiştim.
‘KÜRTÇE SÖYLEDİKTEN SONRA GAZİNOLAR BENİMLE İLİŞKİSİNİ KESTİ’
Gazino süreciniz nasıldı?
Biliyorsunuz o zamanlar gazinolar Türkiye’nin en önemli müzikal ortamlarıydı. Televizyonda çıkınca popüler oluyorsun ve gazinocular da popüler isimlerle çalışmayı sever. Gazinocular kralı Fahrettin Aslan onların başında gelirdi. Benim de bir menajerim vardı. Onun ilişkileriyle başladı. Gazinodaki assolistler kendi alt programlarını organize ediyorlardı. Ben Bülent Ersoy’un kadrosundaydım. Önce Aksaray’daki Gar Gazinosu’nda başladım, ardından Taksim ve Caddebostan Maksim gazinolarında çalışmaya devam ettim. Farklı assolistlerle çalıştım.
Ağrı’da Kürtçe söyleyene kadar her şey yolunda gidiyordu ama sonra gazinolar da benimle ilişkisini kesti. Artık bütün kapılar bana kapanmaya başlamıştı. Hepsi birdenbire bir sistem tarafından yönetiliyormuş gibi benimle ilişkisini kesti.
Gelelim Ağrı olayına. ‘Ehmedo Ronî’yi söylemenizle sizin için yeni bir dönem başlamış oldu değil mi?
‘Ehmedo Ronî’ bizim aşiretin kilamlarından bir tanesi. O kilamı Erivan Radyosu’nda ilk söyleyen de bizim aileden (Birukî Aşireti’nden) biridir. O konserde Ankara’dan önemli bir bürokrat katılımı vardı. Hemşerilerim benden Kürtçe şarkı isteyince Ehmedo Ronî’yi söyledim. Bir şarkının bürokratlar ve devlet nezdinde ne kadar etkisi olduğunu birebir görmem bana epey ilginç gelmişti. İki saat boyunca Türkçe söyleyince herhangi bir tepki yoktu. Tam tersine bürokratlar büyük bir zevk ve keyifle beni dinliyorlardı. Ama halkım benden Kürtçe istediği için bu kadar büyük bir reaksiyonla karşılanıp, kelepçelenip götürülüyor, gözaltına, nezarete alınıyorsam burada başka bir oyun var, anlıyorsun. İfadeler alındıktan sonra beni cezaevine koydular. Üç gün sonra bıraktılar. Ağrı’daki Kürt aydınları o süreçte beni hiç yalnız bırakmadılar.
Hakkınızda dava açıldı mı?
O dönemin ünlü maddeleri olan 141-142’den dava açıldı. Ben de zaten o olayın şokundan sonra artık ruhen şekillenmeye, kendimce bir başka yol bulma arayışı içerisine girmeye başlamıştım.
Aslında ülkeden çıkmam gerekiyordu ama hangi yollarla çıkacağım ve hemen içeri alınıp alınmayacağım konusunda tereddütlerim vardı. Gelip gazinoda beni dinleyen, MİT’ten olduklarını bildiğim kişiler, hayranlarım vardı. O kişilerden biri bana hemen ülkeden çıkmam gerektiğini söyledi.
Kariyerinizin zirvesindeydiniz. Karar vermek sizin için zor olmuştur.
İki kez MİT tarafından hırsızlık süsü verilerek evim arandı. Kendi evim Gümüşsuyu’ndaydı ama Caddebostan programları geç saatlerde bittiği için Vanlı bir arkadaşımın evinde de kalıyordum. O gün elektrik yoktu ve kaloriferler yanmıyordu. Ben de soğuk almayayım diye kendimi sarıp sarmalamıştım. Önce bir ses duydum, kapıyı kırarak içeri girmişler meğer. Kafama silah dayanmış şekilde uyandım. 12. kattaydım ve silahla vurulmak yerine camdan aşağı atlamak istedim. Tetiği çektiğini hatırlıyorum fakat tutukluk yaptı. İki kişilerdi. Korkumu, kendimi 12. kattan atmak istediğimi görünce beni bırakıp gittiler. Daha sonra onların MİT elemanı olduklarını öğrendim. Bu olay bende halen yerini koruyan travmatik bir durum yarattı. Almanya’daki evimin her zaman iki ayrı kilitli kapısı vardı.
Tabii tüm bunlar ülkeden çıkış yolunun taşlarını döşüyordu…
Gümüşsuyu’nda Alman Konsolosluğu’nun bahçesine bakan beş odalı bir evim vardı. O evin anahtarını o dönem birlikte olduğum kadın arkadaşıma teslim ettim. Sonra saçımı sakalımı kesip sima değişikliği yapıp, yola çıktım. Kimlik kısmını da şansa bıraktım.
Gümüşsuyu’ndan çıkıp nereye gittiniz?
Ağrılı Servet Çolakoğlu adında şair bir arkadaşım bana yardımcı olmuştu. Sinematek’in başkanıydı. Hemşerim ve sevdiğim bir dostumdu. Servet bana bir grup yoldaşının ülkeden çıkacağını, istersem beni de o grupla çıkarabileceğini söyledi. Bir iki gün düşündükten sonra hem içinde bulunduğum zor durum hem de Servet’e olan güvenimden dolayı teklifini kabul ettim. Antakya’ya doğru otobüsle yola çıktım.
Antakya’da Türkiye solundan olup ülkeden çıkmak isteyen epey insan vardı. Benim o dönem Kürt partileriyle ilişkilerim vardı. Ne yapmak istediklerini, programlarını merak ediyordum. Türk soluyla ilişkim yoktu. Bizi sınırdan geçirecek olan bir Arap kaçakçı hazırlanmıştı. O kaçakçıyla gecenin bir saatinde buluşup yola çıktık. 6-7 kişiydik. Gecenin zifiri karanlığında, dağ, taş başladık yürümeye. Duygusal olarak çok dolu, heyecanlı ve korkuluydum. Bizi geçiren kişi belli bir zaman yürüdükten sonra “Burada beklememiz lazım. Ses çıkarmayacaksınız, sigara içmek yok” dedi. Neden olduğunu bilmiyoruz. O anda da çok kısık, fısıldayan bir ses tonu ve Arap aksanıyla bize dün buradan geçen grubun direkt askerlerle karşılaştığını ve hepsinin orada kurşuna dizildiğini söyledi. Kuşkuya kapıldık. Acaba bu kaçakçılar devletin ajanı mıydı? Grubu geçiriyorum diye götürüp askere mi teslim ettiler? Böyle bir sürü korkunç hikayeler kafamdan geçmeye başladı, korkum daha da arttı.
Yaklaşık bir buçuk iki saat bu şekilde bekledikten sonra tekrar yürümeye başladık. Sabahın ışığı yavaş yavaş gözükürken birden “Tamam, geçtik” dedi. Biz hiçbir şeyin farkında değiliz. Neresi sınır, neresi Türkiye, neresi Suriye… Önce bir dere gördük, orada biraz su içip, yüzümüzü gözümüzü yıkadık. Sonra tekrar yola koyulduk. Yolda Suriye’de çok yaygın olan arkası açık bir pikaba atlayıp tekrar yola koyulduk. Bizi Kobane’ye götürdüler. Oradaki Kürtler beni onlardan aldı. Mustafa Xelil diye Kobaneli bir arkadaşın evinde kaldım. Grup siyasi olduğu için onların Şam’da partili yoldaşları, daha önce kaçanların evleri, arkadaşları vardı. Benim onlarla siyasi, ideolojik bir ilişkim zaten yoktu. Ben onlardan kopup Kobaneli aileyle kalmaya başladım.
Ne yaptınız orada, ne kadar kaldınız?
Kobane’de üç hafta kaldım. “Madem buradayım, boş durmayayım, derleme yapayım” dedim. Kobaneli kardeşlerimin yardımıyla bir teyp bulup, Kobane’de yaşayan Kürt şair ve müzisyenlerin derleme, kayıtlarını yapmaya başladım.
Ben Türkiye’de her gece iki gazinoda birden çıkıyor, epey para kazanıyordum. Bilindiği üzere, benim gibi popüler insanların epey bir lüks alışkanlığı oluşuyor ama Kobane’de bu alışkanlıkları sürdürememenin hiçbirinin eksikliğini hissetmedim. Tam tersine müthiş bir gönül rahatlığı içindeydim. Ülkeyi terk etmemden sonra Kobane’ye gelmem bende çok şeyi kırdı. Yani geride bıraktığım ailem ve akrabalarımın dışında hiçbir şeye üzülmedim. Çünkü geldiğim nokta artık benim istediğim bir ortamdı. Parçası olmak istediğim kendi toplumumun ortasında kendimi bulmuştum. Onlar her şekilde bana yardımcı oluyorlardı. 7-8 ayı bulan bir Şam maceram oldu. Benden sonra kaçıp gelen arkadaşım Servet’in yardımlarıyla sahte pasaportla Suriye’den Almanya’ya geçtim.
Ülkeden çıktıktan sonra devlet tarafından ailemin üzerine baskı yapılmıştı. Almanya’da hem ailemi korumak hem de Feqiyê Teyran adlı şairimizin ismini yaygınlaştırmak ve yaşatmak için 8 yıl boyunca Feqiyê Teyra ismini kullandım.
‘FİLMİ TAM BİR YOKLUK İÇİNDE ÇEKMEYE ÇALIŞTIM’
1981’de çıktınız. Almanya’dayken 1991’de “Kilamek Ji bo Beko” (Beko’nun Şarkısı) filmini çektiniz. Filmi maalesef daha dün izleme şansını buldum. Kaçış hikayenizden mi ilham aldınız?
Filmin fikri, kaçış gecemizin bende bıraktığı etkiydi. Onu anlatmak istedim önce. Kobani’de notlar almaya başlamıştım. Almanya’ya gittiğimde fikir değişti, gelişti. Finans bulmak 4-5 yıl sürdü. O dönemler kimse Kürtlerle ilgili filmleri finanse etmek istemiyordu. Bir televizyon ile anlaştık. Zor zahmet parayı bulmak beş yılımı aldı. Yıl 1990, sınırlar insan seliydi. Filmi Irak’ta (Başur Kürdistanı’nda) çekmem mümkün değildi. Yunanistan’a gittim, baktım olmadı, sonra Ermenistan’da yapmaya karar verdim. Ermenistan o yıllara kadar Kürtlerin kendilerini en rahat hissettikleri bir yerdi. Kürtler orada yüzyıllardır yerleşik bir hayat sürüyor. Sovyetlerin sayesinde anadilde eğitim, gazete ve Radyo Erivan vs. gibi bazı haklara sahiplerdi. O zaman Ermenistan Azerbaycan’la savaş halindeydi. Yüz binlerce Azeri Ermenistan’ı terk etmek zorunda kaldı. Tam tersine yine yüz binlerce Azerbaycan’da yaşayan Ermeni de Ermenistan’a dönmek zorunda kaldı. Çok kötü bir savaş ortamında filmi çekmeye başladım.
Filmle ilgili helikopter, tank ve benzeri askeri teçhizata ihtiyaç vardı. Ermenistan ordusu her seferinde bunun için söz veriyordu fakat son anda vazgeçiyordu. En önemli şey ise yakıttı. Armen Film’e ait Agrigat, kran ve transport araçları çok eskiydi ve fazlasıyla benzin yakıyordu. O da yetmez gibi benzine her gün 6-7 kat zam geliyordu. Dolarla benzin alıp arabalara koyarken ne hikmetse bir gün geçmeden benzinimiz bitiyordu. Sonradan öğrendik ki şoförler yarısından fazlasını çalıyormuş. Kostümleri dikmek için iğne bulamıyoruz, iplik zaten yok. Ermenistan Kürtlerinin yardımları sayesinde, tam bir yokluk içinde filmi çekmeye çalıştım.
Sanırım amatör oyuncularla çalışmışsınız…
Ermenistanlı profesyonel bir kadın oyuncu ve Sovyetlerde ünlü bir pandomim sanatçısı olan Kürt Arsen Poladov dışında diğerleri oyuncu değildi. Hepsi orada yaşayan Kürtlerdi. Kadınlar bir gün gelip oynuyor ertesi gün “eşim izin vermiyor” deyip gelmiyordu. Her gün çekim sonrası aileleri ziyaret edip devam etmelerini sağlıyordum.
Devamlı senaryoda değişiklik yapmak zorunda kalıyordum. Her gün yeni bir şey ekliyor ya da çıkarıyorum. Bir türlü senaryoya sadık kalamıyordum. O ortam içerisinde çekmeye çalıştım. Çok zor bir çalışma oldu. Ben epey hazırlıklıydım ama kendim oynamayı düşünmüyordum. Orada oynayacak çocuk karakterleri ve motifleri ararken Beko’nun rolünü oynaması için de birini arıyordum. Çocuklarla birlikte prova yapmaya başlayınca baktım benimle çok iyiler. Aramızda bir bağ oluştu. Başka biriyle olacak gibi değildi. Bu nedenle oynamak zorunda kaldım. Çekimler bir ay sürdü.
‘VENEDİK’TE KODAK FİLM ÖDÜLÜ ALDIM’
Film bittikten sonra yankıları nasıl oldu? Nerelerde gösterildi?
Yeni çekilmiş bir filmi festivaller hep alıp, ilk kez kendi programlarında gösterilmesini isterler. Yani birkaç festivalden birine karar vermek zorundaydım. Ben de Venedik’e karar verdim. Venedik’te Kodak Film Ödülü aldım. İtalya’da Komünist Parti’sinin sanat kuruluşu vardı. Onların bir ödülünü aldım. Onlar filmi İtalya’da sinemalarda gösterime soktular. Sonra diğer festivallerde gösterildi.
Filmim 16-17 uluslararası festivalde ödül aldı. Birçok ülkede haftalarca sinemalarda ve aynı şekilde televizyonlarda gösterildi.
Türkiye’de nasıl izlendi?
Film, Almanya ve diğer Avrupa televizyonlarda gösterilince bir şekilde kopyalanarak ülkeye ulaştırıldı. İlk Kürtçe dilli çekilmiş film olması da ilgiyi artırmıştı.
Film yapmaya devam etmek istemediniz mi?
Arkasından yeni bir senaryo yazdım. Senaryoyu bitirmeme rağmen çekmedim. O hevesim kalmadı, film çekmek epey enerji alan bir şey. Tekrar 4-5 yıl para peşinde koşup bir film çekmek enerjisini kendimde bulamadım.
Film yapmasanız da müziğiniz filmlere eşlik etti. Sizin hikayeleriniz doğduğunuz topraklarda. Sürgünde olup daha evrensel bir dil yakalamış olmayı nasıl başardınız?
Başından beri müziğimde hep görsel bir asosyasyon vardır. Türkiye’den çıkmak zorunda kaldığımda dikkatimi çeken en önemli noktalardan biri de bizde enstrümantal müzik kültürünün yaygın olmayışıydı. Kaval, ney, zurnayla yapılan birkaç melodinin dışında özellikle dinlemek için yapılmış bir iş yoktu. Bu benim için çok büyük bir boşluktu. O yüzden bundan sonra devamlı enstrümantal müzikler yapmalıyım dedim. İnsanımızı enstrümantal müziğe alıştırmanın yolunun efektli hikayeler anlatarak olabileceğini düşündüm. Böylece her albümün bir adı ve enstrümantal bir hikayesi oluştu. Bêrivan, Çem, Dîlan, Diyarbekir, Çiyayên me, Cudî, Kürdistan 1988, Dayê ve benzeri gibi adlara bağlı müzikal hikayeler anlatmaya başladım. Bu çalışmalarım daha sonra çokça film, tiyatro ve dokümantasyonlarda kullanıldı. Wêneyên Xewnan adlı tamamen enstrümental bir albüm yazdım. O da sayısız film, dokümanter film, TV programı, tiyatro ve resim sergisinde müzik olarak kullanıldı. O dönemin fikirleri olan bazı çalışmalarıma yeniden, daha büyük orkestral, senfonik yazımlarına başladım. Önümüzdeki dönemde onlar için finansal kaynakları bulabilirsem kayıtları için çalışmalarımı başlatacağım.
Galiba müzik yaparken daha mutlusunuz.
Ben genel olarak kreatif bir insanım ve sanatın çeşitli disiplinleri ile bağım sürüyor. Müzik yazıp konserler vermemin yanı sıra son zamanlarda kendimi daha çok resim çizmeye verdim dersem yalan olmaz. Resim çizimi diğer disiplinlerden daha çok bir ruhsal rahatlama, çevreden kopup, meditatif bir soluklanma olduğu için olsa gerek ilerleyen yaşımda bana daha iyi geliyor.
Enstrümantalist yanım, yani çeşitli müzik aletlerini kendim çalıp albümlerim ve konserlerimde kullanmam da bir başka hikaye. Müzik bir şekilde benim kendimi ifade etme aracım olduğu için orada daha rahatım. O alanda kimse bana müdahale edemiyor. Daha özel sanatsal rahatlığı olan bir alan. O yüzden onu devam ettiriyorum. Bu nedenle benim için sinema yapıp yapmamak çok büyük bir problem oluşturmadı.
‘FİLMLERİN DİLİNİN KÜRTÇEDEN KOPTUĞUNU GÖRÜYORUZ’
Şimdi Kürt sinemasında yapılan işleri nasıl görüyorsunuz?
Genel olarak güzel ama eleştirilerim de yok değil. Rejisörler Kürt ama film Kürdi değil. Filmlerin dilinin de gün geçtikçe Kürtçeden biraz daha koptuklarını görüyoruz. Filmlerde bir Kürt, Kürdistan, mücadele geleneği, geçmişi, ona sahip çıkma, onu bir şekilde işleme yok denecek kadar az görülüyor. Oysa Kürdistan hala dört parça, parçalanmış. Dilimiz ve insanımız üzerindeki sosyal, siyasal asimilasyon var gücü ile devam ediyor.
Dikkatimi çeken en önemli şeylerden biri de genç sinemacılarımız sanki hiçbir idealleri yokmuş gibi filmler çekiyorlar. Ülkesi özgür olmayan, müzik ve sinema endüstrisinin bir türlü oluşmadığı, sanatçılarına bir kurum desteği, sahibi olmayan bir halkın dramı işte…
‘KÜRT MÜZİSYENLER SAYESİNDE KÜRT DİLİ HÂLÂ TAZE VE CANLI’
Kürt müzisyenlerin de işi zor. Sektör gelişmediği için hak ettikleri yerde değiller…
Kürt müzisyenler şimdiye kadar işini en doğru yapan kesim. Kürtçenin bütün yükünü sırtlarına almış, zahmetini çekiyorlar ve bunu da büyük bir gurur ve istekle yapıyorlar. Onların sayesinde Kürt dili hâlâ taze ve canlı. Onlar da sektör sıkıntılı olduğu için üretimlerini kendi birikim ve çabaları ve bin bir zorlukla boğuşarak yapıyorlar. Bu her anlamda saygı ve sevgi gerektiren bir durum. Halkımız tarafından seviliyor, dinleniyorlar. Bu çok önemli. Tabii ki şairlerimiz ve roman yazarlarımızı da unutmamak gerekir. Onların da dilimizin canlı kalmasında sayısız büyük katkı ve emekleri vardır.
Dönelim müziğe. Dünyanın sivilizasyon görmüş hiçbir yerinde siyasi partiler müzik firması veya benzeri şeyler kurmazlar. Orası başka bir alan çünkü. Fakat bizde adlarını herkesin bildiği müzik firmaları siyasi, ideolojik parti kurumları. Bu nasıl oluyor, nasıl bir şey? Bunun neye, kime faydası olabilir? Mevcut firmaların yüzde 95’i karanlık, korsan metotlarla çalışıyorlar, neden? Bu firmaların insan ilişkileri ve çalışma metotları hiçbir kültürel, ticari ahlaka uymuyor, tamamen bencil, sömürücü bir sistem. Daha açık konuşayım bir yığın sözde Kürt müziği firmalarının çalışma, yöntem ve metotlarına bakınca Kürt müziğine ve müzisyenlerine faydadan çok zarar verdiklerini görüyorsunuz. Ses Plak (Ses Medya) senelerdir hiçbir hakları olmamasına rağmen albümlerimi korsan bir şekilde dağıtıp bana ve çalışmalarıma zarar veriyor, neden? Bizim yeni, dürüst, Kürdistani bir sosyal, siyasal, ticari ve kültürel başlangıca, ahlaka ihtiyacımız var. Bize zarar veren, sanatçılarımızın emeğine göz dikmiş, profesyonellikten uzak, dürüst çalışmayan bu korsan yapılardan mutlaka kurtulmamız gerekli. Halkımızı bu durumda duyarlı olmaya, sanatçısına ve emeğine sahip çıkmaya çağırıyorum.
Bu durumda meslek kuruluşlarının tavrı nasıl?
Türk meslek kuruluşlarının tavrı demek istedin sanıyorum. Türk meslek kuruluşlarının Kürt müziğine ne katkısı var? Dünya kadar Kürt müziği yapan insan var. Bunlara doğru dürüst MESAM veya diğer kuruluşlardan para geliyor mu? Her yıl Kürt müziği için toplanan dünyanın parası var o kasalarda. Neden bunlar adil bir şekilde Kürt sanatçılara dağıtılmıyor? Bu o sanatçıların hakkı, emek veriyorlar, emeklerinin karşılığı.
Bu kuruluşlardaki sanatçıların kendi meslektaşları olan Kürt sanatçılara karşı vurdumduymaz, kayıtsız kalmaları hiç doğru değil. Bu durum ne onlara, ne de sanatçılığa yakışıyor. Onların işi her dilde müziği desteklemek olmalı. Onların işi devletin resmi asimilasyon politikalarının devam ettirildiği kurumlar olmak ise orası bir sanatçılık meslek kurumu değil, tarafgirlik, devlet memurluğu olur. Halbuki ben Türk sanat çevrelerinden devletin kültür siyasetine karşı bir tavır içerisinde olup Kürt müziği ve müzisyenlerine sahip çıkma konusunda daha duyarlı ve dayanışma ruhlu olmalarını beklerdim. Onlara da bu yakışırdı. Ama şimdiye kadar böyle bir şeyi ben göremedim. Umarım değişir.
Sanatçı politik görüşünü beyan etmeli mi?
Sanatçı da toplumdaki her şey gibi politikadan etkilenir. Politika, sanata yabancı bir durum değil ki. Politika öylesine kötü bir kurum ki her şeye sirayet ediyor. Sanat da ister istemez kendisini bir şekilde politikaya, totaliteye, ideolojilere karşı şekillendirmek durumunda. Bizim gibi toplumlarda bu ideolojiler büyük dert. Dini, solcu ideolojiye kadar bunların hepsi problem. İster istemez o toplum içinde yaşayan sanatçı da buna karşı bir tavır almak zorunda. Çünkü bu ideolojiler her zaman sanatın önünü kesmeye çalışıyorlar. Sanatçıdan, sanatçının özgür düşüncelerinden rahatsızlar. Bu sınıflar sanatı kendilerine uydurmak, kendi propagandalarına yakınlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sanatçı kesinlikle onlardan uzak durmalı, özgürce üretip, düşüncelerini, muhalifliğini dile getirmelidir.
Özellikle Kürt sanatı, Kürt toplumu fazlasıyla politize edilmiş bir toplum. Çünkü siyaset her şeyin üzerine oturmuş durumda. Kürt sanatçılarına yapılacak en büyük zarar onları ideolojik kalıplar içerisinde şekillendirmeye çalışmaktır. İlk dönemler siyasi kafalar bu konuda çok başarılı oldular ama hayat bir yerden sonra dogmaları kabul etmiyor. Çünkü sanatı ve özgür üretmeyi baskı altında tutma metotları hayatın akışına, varlığına ters bir şey. Eski etkileri kalmadı o siyasilerin de. Bugün de büyük bir zevkle onu devam ettirmek isterler ama ne onların gücü kaldı ne de artık Kürt sanatçıları eski saflıklarını devam ettiriyor. Toplumumuz mutlaka bu kabustan da kurtulacaktır.
Biz hep sanatçılıktan bahsediyoruz ama o ideolojik, siyasi partilerin içinde sanatçılık yapanların büyük bir kısmı şarkıcı. Kürtler dünyanın en güzel sesli halklarından bir tanesi. Şimdi kalkıp hepsine sanatçı demek doğru olmaz. Sanatçılık başka bir şey.
Şimdi nerede yaşıyorsunuz? Türkiye’ye gelmeyi istemiyor musunuz ya da hangi koşullarda gelmek istersiniz?
Almanya’da yaşıyorum. Türkiye ve Bakur (Kuzey) Kürdistan’a gelemeyeli 42 yıl oldu. Benim oradan çıkmamın tek bir sebebi vardı anadilimin yasak olması. Ben siyasi bir geçmişi olan bir insan değilim. Hiçbir ideolojik yaklaşımım, hiçbir siyasi partiyle ilişkim olmadı. Ben sanatçıların o tür yapılardan uzak durması gerektiğine inanırım. Başından beri kendi doğru bulduğum şeyler için mücadele verdim. Onlardan biri de anadilimdi.
Türkiye’de Kürtçemiz ve çocuklarımız için ana dilimizle zorunlu eğitim başlar başlamaz benim burada kalmamın bir anlamı kalmaz. Açılım döneminde beni de çağırdılar. “Anadilde eğitimin önü açılsın, kimse beni çağırmasa da atlar gelirim” demiştim. Benim tek bir amacım var. O da Kürt dilinin özgürleşmesi. Bunu her seferinde söylüyorum. O zaman dönerim. Bütün hayatım boyunca Kürtçe için mücadele verdim ve vermeye devam ediyorum. Umarım artık çok değişen bu dünyada Türk devleti bu katı asimilasyon sisteminden vazgeçer, Kürtçeyi rahat bırakır, halklarımızın arasında yumuşamaya, barış içinde birlikte yaşamaya vesile olur.